BÖYLE KALABALIĞI HİÇ GÖRMEDİM

Yaşar Eyice yazdı...

BÖYLE KALABALIĞI HİÇ GÖRMEDİM
11 Haziran 2025 - 09:38

Herkesin yazdıklarını, televizyonların gösterdiklerini genelde ele almıyorum.

Ama konu Manisa Büyükşehir Belediye Başkanı Ferdi Zeyrek olunca iş başka.

Ben bu güne kadar böylesine kalabalık bir cenaze töreni görmedim.

Sanki Manisa’da her evden bir cenaze çıkmış gibiydi.

Binlerce Manisalının yine ilk kez böylesine bir araya geldiğine de tanık olmamıştım, Mesir macunu törenleri dahil.

Aman yarabbim, bu ne kalabalık bu ne sevgi bir belediye başkanına.

‘Uğurlar olsun’ sana sevgili genç başkan Ferdi Zeyrek…

İnançlı bir belediye başkanı idi.

Nasıl oldu da, evinin bahçesindeki, yeni bakımdan geçen havuzun makine dairesi girişindeki ilk basamağında ceryana çarpıldı.

İddia ve inanış, rant çetelerinin tuzağına düştüğü yolunda.

Bunun gerçek olup olmadığını emniyetin, olay yeri ekiplerinin çalışması sonucu öğreneceğiz.

Okuyucularım anımsayacaktır, daha yeni başkan iken İzmir’den (Bornova) gelişte, hizmete soktuğu araç geçiş köprüsünü anlatmıştım.

Başkan Ferdi Zeyrek’in, başlamış ama yarım kalmış tüm projeleri yaşama geçirip, bitirmek için kollarını sıvadığını anlatmıştım.

Ve daha sonraki bir yazımda da, yaptıklarını anlatıp, ‘İzmir’in de Başkanı olsun’, İzmir’deki yönetici ve bürokratların kendisini örnek almasını belirtmiştim.

‘Yer – gök ağladı!’ derler ya…

İşte bu sanki ‘Ben Manisalıyım’ diyerek söze başlayan Manisa sevgisiyle yoğrulan Ferdi Zeyrek’in cenaze töreni için de söylenmişti.

Nurlarda yatsın…

 

*- DUYGUSALLIK ÖNDE

 

Bu ‘acı haberden’ sonra ne yazmalıydım?

İmdadıma ‘Bilge İnsan’ Mustafa Saraç yetişti.

Duygusal bir yazıyı paylaşmış.

Her satırı ‘ders’ niteliğinde anlayan için.

Biliyorsunuz ‘Hayatın gerçekleri’ karşısında sulu gözlüyüm.

Bazen bir mahzun bakış bile beni etkiliyor.

Yaşlandığımdan olmalı…

En iyisi lafı yine Mustafa Saraç hocama vereyim, o anlatsın, ‘hikaye’ mi, ‘gerçek mi?’ yine kararı siz verin.

“Bu soğuk bir akşamüstünde, iki oğlum beklenmedik bir şekilde beni ziyarete geldi.

Biri doktor, diğeri mühendis.

İkisi de zeki, başarılı, kariyerlerinde tanınmış insanlar.

Hayatımın aşkını, sevgili eşimi kaybedeli henüz bir hafta bile olmadı.

O gitti…

Ve onunla birlikte içimdeki en kıymetli parça da.

Hâlâ başım dönüyor bu yoklukla, içim boş, sanki hayatın anlamı ayaklarımın altından kayıp gitmiş gibi.

Mütevazı evimin sade salonunda, masanın etrafında oturuyoruz. Konuşma geleceğim üzerine açılıyor.

İçimi soğuk bir ürperti kaplıyor.

Çok geçmeden konuya geliyorlar:

Benim için bir huzurevinde yaşamanın daha iyi olacağını düşünüyorlar.

Doğruluyorum.

Yalnızlıktan ya da yaşlılıktan korkmadığımı anlatmaya çalışıyorum.

Ama oğullarım ısrar ediyorlar.

O sahte şefkat tonu…

Deniz kenarındaki geniş dairelerinin bana uygun olmadığını söylüyorlar.

Ne biri, ne diğeri…

Öyle diyorlar.

Günlerinin ne kadar yoğun olduğunu anlatıyorlar.

Eşlerinin meşguliyetini, torunlarımın derslerini…

Zamanları yokmuş.

Hayat çok doluymuş.

 

*- EVLATLARIN BÖYLESİ…

 

Yine de zayıf bir umutla öneriyorum:

‘Belki evde bir yardımcı tutarız, birlikte karşılarız masrafları…’

Ama oğullarım mesleklerinin ciddiyetiyle açıklıyorlar:

‘-Günde üç vardiya gerekir, üç kişi.

Üstelik hepsi sigortalı olmalı.’

Böyle bir şey, bu kriz ortamında, artık lüksmüş.

Mümkün değilmiş.

İkna olmamaya çalışıyorum.

Ama sonunda başka bir öneri geliyor:

‘Evi satalım baba!’

 

*- BAK SEN!..

 

Elden çıkarsa, huzurevi masrafları karşılanırmış.

Herkes için kolay olurmuş.

Onlar için.

Ve güya benim için de.

Kabul ediyorum.

İkna olduğumdan değil.

Yorulduğumdan.

Artık bu kadar nankörlükle, bu kadar soğuklukla mücadele edecek gücüm kalmadı.

Sessizim.

Tüm bir ömrün fedakârlıklarını, ödenen okul taksitlerini, iptal edilen tatilleri, alınmayan arabayı hatırlatmıyorum.

Neden hatırlatayım ki artık?

Sessizce eşyalarımı topluyorum.

Tüm bir ömür, iki valize sığdı.

İki sade valiz.

Ve onlarla, daha soğuk, daha hüzünlü bir yere gidiyorum.

Bir huzurevine.

 

*- NANKÖRLÜK İŞTE…

 

‘Oğullarımdan, torunlarımdan uzakta.

Bugün, yalnızlığın soğuk kollarında anlıyorum ki…

Onlara bilgi, diploma, imkân verdim…

Ama şu en temel değeri veremedim:

Minnettarlığı.

Ve suç…

Belki biraz da benim.

Her zaman en iyisini vermeye çalıştık.

Her dileklerini yerine getirdik.

Ama unuttuk… ‘

 

*- VERMEK DEĞİL ÖĞRETMEK…

 

Gerçek sevgi sadece vermek değil, öğretmektir.

Sınır koymaktır.

‘Sorumluluk’ vermektir.

Evde süpürge tutmayı, yemek yapmayı, sofraya el uzatmayı öğretmektir.

Ailenin bir parçası olmayı, emek vermeyi öğretmektir.

Çünkü minnettarlık insanın içinde kendiliğinden yeşermez.

Ekilir.

İşlenir.

Ve büyütülür.

Bu da, en başta saygıyla başlar.

Ve anne-babanın, kendilerini unutma pahasına verdiklerinin farkına varmakla…

Bir gün onlar da yaşlanacak.

Onlar da sevilmek, saygı görmek isteyecekler.

Ve bunu hiçbir para satın alamaz.

Bu yüzden…

Çocuklarımızı ‘güçlü değerlerle’ yetiştirelim.

Ama aynı zamanda, onlarla gerçek bağlar kuralım.

 

*- GÜLEYİM Mİ?

 

Bu arada bir akademisyeni dinledim.

‘İyi değil çok iyi olacaksınız.. Fark edilmeyecek kadar iyi olacaksınız ki, evinizde iken size iş teklifleri gelsin’ diyor.

Bir gün önce ‘İyi insan yok!’ diye yazmıştım.

Merak ettim böyle birisi var mı, ya da kim böyle birini evinden arayıp, ‘Gel bizimle çalış!’ demiş.

Bu akademisyene göre oluyormuş, işte!

Acaba nerede yaşıyor, ya da hangi gruba hitap ediyor bu Türkçe bilen kişi.

Bu cümlede ironi yaptığımı anlamışsınızdır.

Bu konuşan Amerikalı, ya da Alman falan değildi, tabii ki Türk idi.

Herhalde o da geçimini bu tür konuşmalar sayesinde kazanıyordu ki, gayet ciddi idi.

Ne derler?

‘Cahil ile dost olma;

İlim bilmez, irfan bilmez!

Söz bilmez, üzülürsün…

Saygısızla dost olma;

Usul bilmez, adap bilmez,

Sınır bilmez, üzülürsün…

Aç gözlü ile dost olma,

İkram bilmez, kural bilmez,

Doymak bilmez, üzülürsün…

İşte böyle…

Hayat derslerini anımsamış olduk…

‘Öğrendik’ diyecektim, ‘ayıp olur’ diye ‘anımsadığımızı’ yazdım…

İşin, yani hayatın gerçeği nedir?

Söyleyeyim:

‘Temiz yürekli insanlar, hiçbir zaman rahat hayat yaşayamazlar!

Çünkü; kendilerini başkalarının hayatı için feda ederler…’

 

*- SANIYORUZ AMA..

 

Şimdi anlatacağım hikayeyi mutlaka içinizden bilen çakacaktır.

Ama ‘Dost dost dediklerimizi’ bir daha anımsatmak için okuyalım;

Genç bir adam babasına sık sık şöyle dermiş:

‘Benim de dostlarım var, hem de senin dostların gibi...’

Babası ise her seferinde şu cevabı verirmiş:

‘Oğlum, herkes dost gibi görünür ama gerçek dost bir, bilemedin iki kişidir. Fazlasını bulamazsın.’

Bu konuşma zamanla tartışmaya dönüşür.

En sonunda baba, oğluna bir ders vermek ve gerçek dostluğun ne olduğunu göstermek için bir sınav yapmaya karar verir.

Bir akşam bir koyun keser ve cesedini bir çuvala koyar.

Sonra oğluna der ki:

‘Hadi al bu çuvalı, dostlarına götür ve onlardan yardım iste bakalım.’

Çuvaldan kan sızmaktadır...

Dışarıdan bakan biri, içinde bir insan cesedi olduğunu sanır.

Delikanlı çuvalı sırtlar, en güvendiği dostuna gider ve kapıyı çalar.

Dostu çuvalı görünce korkar, kapıyı hızla yüzüne kapatır.

Delikanlı başka dostlarının kapısını da çalar,

Ama sonuç hep aynıdır:

Hiçbiri onu içeri almaz.

 

*- YIKILMIŞ HALDE

 

Yıkılmış bir hâlde geri döner babasına:

“Haklıymışsın baba,” der.

‘Bu dünyada gerçek dost yokmuş, ne sana ne bana...’

Babası tebessümle karşılık verir:

‘Hayır evlat, benim bir dostum var. Şimdi al çuvalı, bu defa ona git.’

Genç adam tekrar çuvalı sırtlar, alnından ter damlar.

Babasıyla olan dostun kapısını çalar.

Kapı hemen açılır, içeri alınır.

Dost, onu bahçeye götürür.

Birlikte bir çukur kazarlar ve çuvaldaki koyunu gömerler.

Üzerini toprakla kapatıp, belli olmasın diye sarımsak ekerler.

Delikanlı sevinçle döner babasına:

‘Baba, işte gerçek dost buymuş!’

Babası ise yine sakin bir ifadeyle der ki:

‘Henüz erken oğlum. Yarın git, onunla bir tartışma çıkar.

Hiç çekinmeden iki tokat at.

İşte o zaman anlayacağız, gerçekten dost mu değil mi?

Sonra gel ve olanları anlat.’

 

*- BÖYLESİ LAZIM

 

Genç adam ertesi gün dostunun yanına gider.

Küçük bir tartışma çıkarır ve istemeden de olsa iki tokat atar.

Dost tokatları yedikten sonra sadece şunu söyler:

‘Git babana söyle:

Biz, iki tokatla satmayız sarımsak tarlasını...’

 

*- SENİNLE OLAN

 

Gerçek Dost;

Sevilmeyecek hâlde bile seni sevebilendir...

Sarılacak kimsen yokken sana sarılabilendir...

Dayanılamaz olduğunda bile sana katlanabilendir...

Zor zamanlarında yanında olan,

Güzel haberlerinde seninle sevinen,

Ağladığında seninle gözyaşı dökendir...

 

*- KESİNLİKLE DOĞRUDUR

 

Ayşe Alpsü Tosuner, İzmirli çok iyi bir ailenin kızı.

Herkese takılmam ama, kendisini gördüğümde, ‘Ne haber Ayşe!’ ya da ‘Ayşe Merhaba’ derim.

Bu kadar…

Çok hassas olduğu gibi, sözünü esirgemeyen, kendine özgü hareketleriyle ‘Deli dolu’ ama güvenilir bir dost…

Ayşe bir anısını anlatmış.

Kesinlikle doğru olduğuna eminim.

Söz bizim Ayşe’de;

‘Tarihi tam olarak  hatırlamıyorum ama galiba 93. Yılına gireceğiz.

92 yılının 31 Aralık sabahı aşağıdan gelen sesler duydum.

Ben üçüncü katta oturuyorum.

Evim hem Mithatpaşa caddesine hem Mustafa Kemal sahil bulvarına bakıyor.

Belediye başkanı Osman Kibar'ın izniyle sahildeki bütün yalılar yıkılmış yerine bitişik nizam 8-10katlı apartmanlar dikilmiş.

Mithatpaşa caddesi yetmeyince de deniz doldurulup 3 gidiş,3 geliş bulvar yapıldı.

Neyse konumuza gelelim.

 

*- ELLERİ HAVADA

 

Aşağıya baktığımda iki kişi ellerinde kazma kürek, işçi oldukları her hallerinden belli, karşı apartmanın duvarına oturmuş kazma kürekleri yanlarında ellerini kaldırmışlar tir tir titriyorlar.

Karşılarında iki sivil polis onları kaldırmaya çalışıyor.

Nasıl giyinip aşağıya indim bilmiyorum.

‘Ne oluyor burada?’ diye sordum.

Polisin biri ‘devlete kazma kaldırdı, yürüyün emniyete’ diyor.

Bir baktım ekip arabası da gelmiş.

Gariban işçileri götürecekler sonra ara ki bulasın.

 

*- YANLIŞ ANLAMA

 

‘Nasıl kazma kaldırdı?’ diye sordum.

Polis tekrar ‘devlete kazma kaldırdı!’ diyor.

İşçi, “Yol yapımı için geldik. Kazmayı ‘çukura girmeyin!’ diye kaldırdım" diyor ama dinleyen kim?

Polis işçileri götürmeyi kafasına koymuş.

Baktım siviller.

‘Sen devlet misin?’ diye sordum.

Önce bir şaşırdı tekrar ‘devlete kazma kaldırdı’ diyor.

‘Nerden bilsin senin polis olduğunu sivil kıyafetlisin.

‘Çukura düşmeyin’ diye kazmayı göstermiş, yol yaptığını belirtmek için. Sen polissen onlar da belediyenin işçileri. Hiçbir yere götüremezsin’ dedim.

 

*- DAYAK BEKLİYORDU

 

Ekip arabası gelmiş bekliyor.

Yılbaşı gecesi emniyette dayak yiyecekler.

Aileleri arayacak bulamayacak.

Polise döndüm,

‘Sen şimdi ekip arabanı gönderiyorsun.

Siz de beyaz arabanıza binip gidiyorsunuz.’

Gayet sert bir sesle söyledim.

Karşılarında amirleri var sandılar bir an.

Emir almaya alışmış asker veya polise emir kipiyle konuşursan öyle algılar.

 

*- ABLA SEN KİMSİN?

 

Diğeri itiraz edecek oldu.

‘Şimdi belediyeyi arıyorum avukatlarını çağırıyorum.

Hele bir dokunun da görün neler oluyor’ diye tehdit edince gittiler.

Ben ‘hadi rahat rahat çalışın’ dedim.

İşçiler ‘abla sen kimsin?

Böyle bir apartmandan inip de bizi polisin elinden aldın, nasıl olur?

‘Kimsin sen?’ deyince, ‘işçi dostuyum, emek sevdalısıyım. Emeğe saygı duyan biriyim. Boş verin kim olduğumu!’ dedim.

İşçinin biri diğerine ‘Yok mutlaka bu kadın bizim partiden milletvekili falandır’ diyordu.

Dedim ya, ‘Bu bizim Ayşe işte!’ mutlaka yapmıştır.

Ama şunu da söyleyeyim:

Ayşe bir generalin kızıdır…

 

*- BASMENE KARAKOLUNDA

 

Ayşe Bana, kendisinin hikayesine benzer bir anımı anımsattı,

Kendisine yazdım.

Canlı tanığı usta gazeteci büyüğümüz Öcal Uluç anımsayacaktır.

Sanıyorum Denizlili biri gelmiş, kızının İzmir’de, Çankaya’da bir lokantacı tarafından alıkonulduğunu, kendisini tehdit ettiğini ve çaresiz kaldığını söyledi.

İlgileneceğimi ama geç olduğu için ertesi gün buluşacağımızı anlattım.

Diğer gün haberi geldi, adamı, lokantacının yakını bir polis memuru almış, Basmane semtindeki karakola götürmüş.

Sinirlendim.

Şoför Behlül’le birlikte karakola gittik,

Sarayı andıran iki yönlü merdivenlerinden çıktım, içeri girdim, ‘Nerede Denizlili adam?’ diye bağırarak dolaştım. Sağ ileride parmaklıkların arkasında aradığı kızı yüzünden hapis tutulan adamı gördüm.

Sert bir şekilde ‘Açın şu kapıyı’ dedim ama çok sinirliydim.

Böyle bir olay olabilir miydi?

Şimdi yine öyle mi bilmiyorum, sol taraftaki amirin odası açıktı ve bir iki kişi vardı.

Sanki bağrışları duymamışlardı, ‘Ne oluyor?’ diye bakmadılar.

Ne yapacağını şaşırmış halde duran garip adama ‘Hadi gidiyoruz!’ diyerek yanıma aldım, arabaya bindirdim yanımda gazeteye götürdüm.

Tavsiye ettim, ‘o lokantanın cıvarında bulunma ben kızını sana kavuşturacağım’

 

*- ACABA BEN DELİ MİYİM?

 

Önce Emniyet Müdürüne olayı anlattım, ilgilendi.

Sonra da Vali Beye gittim.

Ya emniyet müdürünün, ya da valinin yanında sivil birisi vardı.

Meğer karakolda bir olay hakkında konuşan istihbarat elamanı imiş.

Olayı öğrenmiş, beni kutladı.

Vali de, Emniyet Müdürü de özel teşekkür ettiler.

Sonuç mu, tehdit altında tutulan ve kullanılan kız, babasına teslim edildi.

Gereken işlemlerin yapıldığını tahmin edersiniz.

Her zaman söylerim, ‘çürük dişler’ sökülüp atılmalıdır.

Nasıl ‘Ayşe, söylediyse doğrudur!’ diyorsam, Öcal Uluç sağlıklı, olayı anımsayacaktır, sorabilirsiniz…

Bizim Ayşe için ‘deli- dolu’ dedim…

Acaba ben mi deliyim?

YORUMLAR

  • 0 Yorum